13 Şubat 2020 Perşembe

AÇLIK



Alm. Hunger (m), Fr. Faim (f), İng. Hunger.İnsanda kan şekerinin (kandaki glikoz miktarı) belli bir seviyenin altına düşmesi ile duyulan yiyecek arama ve yemek isteme hissi. Kan glikoz seviyesinin düşmesi, beyindeki bir merkezi uyarır ve kişiyi yemek yemeye sevk eder. Açlıkta yemek yemeyi istemenin başka bir sebebi de muhtemelen boş kalan midenin asit ifrazatının etkisiyle duyulan rahatsızlık ve ağrılı bir mide hissidir. Sigara (nikotin) beyne etki ederek açlık hissini azaltır.

Belirtileri: En karakteristik anormallik, kilo kaybıdır. İlerlediği zaman, kişinin yürüyen bir iskeletten farkı kalmaz. Özellikle kas dokusu erir. Kalori alamayanlar umumiyetle protein açlığı da çekerler. Müzmin açlıkta bitkinlik, bulantı, karın ağrıları, kramplar, baş ağrısı ve nefes alma zorluğu gibi haller görülür. Böyle kimseler kendilerini çok kuvvetsiz hissederler ve ufak bir işe tahammülleri yoktur. Soğuktan çok etkilenirler. Baş dönmesi de olabilir. Bacaklar ve karın şişer. Depresyondadırlar, kadınlarda adet olmaz. İshal bunların çoğunda şiddetlidir. Açlığın derecesine bağlı olmakla birlikte kilo kaybı süratlidir. Tam açlıkta, su da yoksa, 10-12 gün içinde ölüm vuku bulur. Su var ise, bedendeki yağ mikdarına göre haftalarca yaşanabilir. İlk beden ağırlığının üçte biri veya yarısı kaybedildiğinde yaşamak mümkün olmaz.

Kwaşiorkor olarak isimlendirilen protein açlığında, çocuklarda büyüme kusuru, iştahsızlık ve ishal olur. Kasları erir, fakat bacakları şişer. Derilerinde döküntü ve karaciğer büyümesi tesbit edilir. Kansızlık da vardır.

Tedavi: Açlığın tedavisi yeterli beslenmektir. Su ve tuz eksiklikleri de giderilmelidir; çünkü bunların eksiklik veya fazlalığında kalb, böbrek ve beyin bozuklukları olur. Açlıkta beden mukavemeti çok zayıflamış olduğundan mikrobik hastalıklar sık görülür. Bunlar da antibiyotikler ile tedavi edilmelidir. Sık sık ve az yemek, arasıra çokça yemek yemekten daha etkili olmaktadır. Kwaşiorkorlu çocuklara süt çok faydalıdır.

İktisadi bakımdan açlık yeteri kadar beslenememe veya uzun süre gıda mahrumiyeti olarak tarif edilebilir. Gıda yetersizliğinde yarım açlık, gıda mahrumiyetinde ise tam açlık söz konusudur. Dünyada milyonlarca insan, az veya çok eksik beslenmektedir. Afrika’da ise sömürgeci mücadelelerin getirdiği bitmeyen savaşlar açlığın başlıca sebepleri arasındadır.

Açlık problemi dünyanın her tarafında aynı oranda değildir. Milletleri açlık ve tokluk bakımından üç gruba ayırmak mümkündür. Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve Avustralya’da olduğu gibi birinci gruptaki ülkelerde, besin maddelerinin üretimi nüfus artışını geçmektedir. İkinci gruptakilerde, nüfus artışı ile besin maddelerinin üretimi başa baştır. Latin Amerika ile bir kısım Afrika devleti ve ülkemiz bu durumdadır. Üçüncü gruba dahil ülkelerde ise üretim iptidai metodlarla yapıldığından, daima nüfus artışının altında kalmaktadır. Hindistan, Bangladeş, Afrika’nın bazı devletleri bu durumdadır. Üçüncü gruba halihazırda bir milyar insan girmekte olup bunlar açlık tehlikesiyle baş başadır. Birleşmiş Milletlerin çeşitli kuruluşlarının raporlarında; iki binli yılların başında açlık tehlikesinin dünya çapında ciddi bir kriz haline dönüşebileceği ve açlık probleminin enerjiden daha önemli bir konu haline geleceği ifade edilmektedir.

Yeterince besin üreten birinci gruptaki ülkelerde tarımla uğraşanlar nüfusun % 10-12’sini geçmemektedir. Ayrıca bu devletlerde ekili toprakların mikdarı artmamakta, bazı yerlerde aksine azalmaktadır. Bugün Amerika’da tarımla uğraşan altı milyon insan vardır. Birinci dünya savaşı sonunda bu mikdar on üç milyondu. Asrın sonunda aynı ülkede tarımla uğraşan nüfusun 3-4 milyona düşmesi beklenmektedir. Avrupa’daki durum da buna yakındır.

Dünyadaki insanların üçte ikisi kısmen fakir olan güney yarım kürede yaşamaktadır. Güney - kuzey arasındaki refah eşitsizliğinin giderilmesi için zaman zaman, milletlerarası toplantılarla bu mesele ele alınmaktadır. Rusya her ne kadar kuzeyde yer almakta ise de gıda sıkıntısı ve kıtlık çekilen ülkelerin başında gelmekte, süt ve et gibi gıdaları satın alabilmek için doktor raporu aranmaktadır.

Gıda sıkıntısı ve kıtlık en çok Afrika’da kendini hissettirmektedir. Son senelerde, Afrika’daki kuraklık ve çölleşme sebebiyle açlık tehlikesi büyük boyutlara ulaşmıştır. Milletlerarası teşkilatların gıda yardımları te’sirsiz kalmaktadır. Açlık bölgelerine giden yardım gönüllüleri yol kenarlarında ve ağaç diplerinde açlıktan ölenlerin cesetlerini toplayıp gömmekten başka bir şey yapamamaktadırlar. Açlığın kitle halinde ölümlere yol açtığı ülkelerin başında Uganda, Etyopya (Habeşistan) ve Somali gelmektedir. Açlık sebebiyle göçler de hızlanmıştır. Bir lokma yiyecek için binlerce kilometre yol yürüyenler yollarda büyük kayıplar vermektedirler.

Dünya açlık meselesinin halli için ilmi çalışmalara hız verilmiştir. Dünya Sağlık Teşkilatının yaptığı bir açıklamaya göre dünyayı tehdit eden gıda meselesinin tropikal bitki ve otlarla çözülebileceği ifade ediliyor. İnsanların besin maddesi olarak kullanmadıkları otların arasında; protein ve nişasta bakımından zengin, buğdayın yerini alabilecek ot ve benzeri bitkilerin bulunduğu da bildiriliyor. İnsanların yeryüzünde yaklaşık yarım milyon bitkiden yalnız 300 çeşidini tanıyıp kulllandığı, yakında 60-70 çeşit bitkinin daha gıda maddesi olarak satışa çıkacağı ifade edilmektedir.

Batı Almanya 20 milyon mark harcayarak yüzen bir buzul üzerinde istasyon kurarak Güney kutbunda yeni hammadde besinler arayacaktır. Buzul istasyonunun ömrü 8 sene olup, yazın -5, kışın -50 derece arasında 30 kişi çalışacaktır. Oturma, yatak ve çalışma odaları elektrik motorlarının çıkardığı ısı ile beslenen sıcak hava tesisi ile ısıtılacaktır.

Ekilmeye müsait toprakların muhafazası için en başta gelen tedbir, erozyonu (toprak aşınmasını) önlemektir. Bu ise ormanların muhafazası ve yeni orman sahalarının tesisi ile mümkündür. Açlık meselesi orman -erozyon- yağış meselesiyle orantılıdır. Ve orman varlığı en büyük rolü oynamaktadır. İnsanlar ormanların önemini anlayabilseler, ormanların tahribini ve yangınla zayiini önlemek için nöbet tutarlardı.

Açlıkla savaşta, tarımda üretimin arttırılması da şarttır. Bu ise endüstrinin geliştirilmesi ile ve bilhassa kimya endüstrisine önem vermekle olur. Kimyevi gübrelerin geliştirilmesi, toprağın güçlenip, veriminin artmasının ilk esasıdır. Gittikçe azalan tarım alanlarının bol bol gübrelenmesi, sulama imkanlarının olması, üstün nitelikte tohumların yetiştirilmesi, zirai mücadelenin tam yapılabilmesi için kimyevi ürünlere ihtiyaç vardır.

Halkın bilgi seviyesi ile, ekilen topraktan hektar başına alınan verim arasında yakın münasebet vardır. Japonya’da okuma-yazma oranı % 90’dır. Hektar başına 100 kilogram kadar gübre kullanılmakta ve 400 kilodan çok pirinç elde edilmektedir. Hindistan’da ise köylünün ancak % 30’u okuma yazma bilmektedir. Hektar başına iki kilogram gübre kullanılmaktadır. Verim ise Japonya’nın ancak üçte birine ulaşabilmektedir. Eğer Hindistan, pirinçten hektar başına Japonya kadar verim alabilse, açlığın önüne geçilmiş olur.

Açlığın önüne geçmenin bir diğer yolu da silahlanmaya ayrılan masrafları azaltarak, artan paranın halkın teknik ve kültürel bilgilerinin arttırılması ve endüstrinin geliştirilmesi için kullanılmasıdır. Bu iki esaslı konuya yönelmekle, dünyadaki açlık ortadan kalkabilir.

“Hudson İnstute” de yapılan araştırmaya göre dünyada ekime müsait bütün topraklar kullanılarak, sulama, gübreleme, ilaçlama ve tohum ıslahı ile zirai verim arttırılırsa, 35 milyar insanı beslemek kabil olabilecektir.

Açlığın bir diğer sebebi de israftır. Yalnız Türkiye’de senede 30 milyar liralık ekmek çöpe atılmaktadır.

Çevre kirlenmesi ve ekime müsait arazinin, yerleşme, sanayi vesair sebeplerle kullanılması ve ormanların tahribi ile dünya besin kaynakları süratle azalmaktadır. Gerekli tedbirler alınmazsa yirmi birinci asrın başlarında her sene 200 milyon insanın yeterli beslenememe sebebiyle ölmesi muhtemeldir.

Bütün her şeyi yaratan Allahü tealadır. Onların rızıklarını da veren O’dur. Allahü tealanın adeti şöyledir ki, her şeyi sebeplerle yaratmaktadır. Böylece madde alemine ve sosyal hayata da düzen vermektedir. Sebepsiz yaratsaydı, alemdeki bu nizam bu düzen olmazdı. Allahü teala rızkın teminine de çalışmayı sebep kılmıştır. O'nun emir ve yasaklarına tam uymak, zamanın teknik imkanlarını kullanarak verimin artması için çalışmak açlığın ortadan kalkması için tek sebeptir.

7 Şubat 2020 Cuma

ALKOLİZM


Alm. Alkoholismus (m), Fr. Alcoolisme, İng. Alcoholism. Alkollü içkilere kişinin fiziki ve ruhi sıhhatine zarar verecek şekilde olan tutkunluk. Bu, insanın ekonomik ve sosyal hayatında da tesirli olur. Alkolik, alkolün kendisine zararlı olduğunu bildiği halde içmekten, kendini alamayan kişidir.

Alkole karşı düşkünlüğün başlaması, sinir gerginliğini yok etmek için içme ihtiyacının duyulmasıyla olur. Bunun arkasından yalnız olunduğu zaman alkole meyil ve uzun sarhoşluk devreleri gelir.

Alkole alışkanlık kazanmış kişinin kontrolü kaybetmesi ve davranışlarını özürlerle kapatmak istemesi kritik devrede olduğunun işaretleridir. Saldırgan olur, içki depolar ve sabahları alkol alma alışkanlığını kazanır. Bu noktadan sonra işini de ihmal etmeye başlar ve kendisinde titremeler, düşünme yetersizliği baş gösterir.

Alkol alışkanlığının soya çekime bağlı olduğu söylenmişse de bugün bütün dikkatler olayın ruhi (psikolojik) ve sosyal (toplumsal) sebeplerine çevrilmiştir.

Alkolizm ve aile hayatı: Pekçok söz sahibi kişilere göre alkolizmin kökeni, annenin çocuğu fazla koruyucu ve zevke düşkün olduğu bozuk aile düzeninde yatmaktadır. Alkolü haram kılan, yani yasaklayan dinimiz aynı zamanda aileyi de sağlam bir temele oturtarak bu yönden de alkolizmi önlemiştir.

Bozuk aile düzeninden toplum içine çıkan genç, hayal kırıklığına uğramakta ve insanlara kızıp küsmekte ve hatta depresyona itilmektedir. Bütün bunlarda son çare alkolde aranmaktadır. Hayal kırıklıklarının ve sinir gerginliklerinin ortadan kaldırılması için alkolün seçilmesinde, babanın da alkol alan biri olmasının büyük etkisi vardır.

Bütün kötü sonuçlarıyla birlikte şüphesiz alkolizmin aile hayatına ve bütün cemiyete indirdiği en büyük darbe (ister erkek olsun, isterse kadın), kurbanlarını zinaya itmesidir. Bunun dört mühim mediko-sosyal sebebi vardır:

1) Alkolik kendini din ve sair cemiyet kurallarıyla kontrol edememektedir.

2) Alkolik kişi gittikçe artan bir cinsi iktidarsızlığa düşmekte ve psikolojik olarak da kendisini bunun aksini ispatlamak zorunda hissetmektedir.

3) Bunun aksine olarak alkol, şahısta önüne geçilemeyen cinsi dürtülere sebeb olmaktadır.

4) Alkoliklerde hayalperestlik artmakta bu hayallere de en çok kadın konu olmaktadır.

Şahsiyet ve alkolizm: Öteden beri tartışılan bir konu alkoliklerin ortak özelliklerinin bulunup bulunmadığıdır. Çok değişiklik göstermekle birlikte ekseri alkoliklerde genellikle şu özellikler bulunur:

1) Gözle görünür bir samimiyet ve kaynaşmanın altında derin bir güvensizlik ve insanlardan uzak durma.

2) Can sıkkınlığı ve yalnızlık hissi olarak ortaya çıkan depresyon hali. Bu sırada intihar sık sık akla gelen bir fikirdir.

3) Alkolik devamlı isteklerde bulunur. Başkalarının onun ihtiyaçlarını ve isteklerini karşılamasını çok tabii bulur.

4) Alkolik, ana-babasına ve arzularını yerine getirmeyenlere karşı merhametsiz ve çoğunlukla saldırgandır.

Alkolün etki ve zararları: Alkollü içkiler tesirlerini ihtiva ettikleri etil alkol ile sağlarlar. Bu maddenin az miktarı (kan seviyesi 100-200 mg/cc iken) zahiri olarak canlılık sağlar zannedilirse de daha çok alınır ve 200-300 mg/cc kan seviyesine ulaşırsa depresyon ve fiziki güçlerin yönlendirilmesinde güçlükler ve azalmalar olur. Kişiye ve bünyeye göre değişmekle beraber mikdarın daha da arttırılması ve 500 mg/cc’yi bulmasıyla nefes alma güçleşebilir ve hatta ölüme sebebiyet verebilir. Bunlar alkolün birden alınmasında ortaya çıkan belirtilerdir. Devamlı alanlarda ise vücut işleyişinde kalıcı bozukluklar olur.

Alkoliklerin en az 1/4’i karaciğer yetersizliği, beslenme yetersizliği ve mide rahatsızlıklarıyla karşı karşıyadır. Ruhi durum bozuklukları ise bunlarda çok daha yaygındır. Alkolikler, hem alkolün iştahı azaltması, hem de maddi durumlarının genellikle bozulmuş olmasından dolayı iyi beslenemezler. Bu da eklenince alkolün vücuttaki tahribatı açıkça görülür.

Alkolizmin erken devresinde hastalar ekseri normal ağırlıktadır veya kilo fazlalığı vardır. İleri devrelerinde gözle farkedilen bir zayıflama görülür. Hastalar iyice zayıfladıklarından sık sık enfeksiyon hastalıklarına yakalanırlar. İştahları yoktur ve iştahlarının olmayışının sebebi; hem alkolün merkezi sinir sistemine hem de barsak kanalına yaptıkları zararlı te'sirlerdendir. Vitamin B12 ve folik asid eksikliği sebebiyle alkoliklerde kansızlık başgösterir. En hafif vak'alarda bile karaciğerde toksik (zehirli) yağ birikimi olur. Bazı hastalarda alkolik hepatit (karaciğer iltihabı) ortaya çıkabilir. Müzminleşmiş alkol alımı, karaciğer sirozuna sebebiyet vermektedir. Bilhassa günde 80 gram alkol alanlar (ve daha fazlasını alanlar) bu tehlikeye maruzdurlar. Günde 160 gr alanlarda ise tehlike son derece fazladır. Östrojen denilen ve kadınlarda erkeklerden daha yüksek yoğunlukta bulunan bir hormonun yıkımı karaciğerde olur. Alkoliklerde karaciğer harabiyeti sebebiyle bu hormonun yıkımı azaldığından kandaki konsantrasyonu yükselir ve erkek alkoliklerde erkeklik hislerinin azalmasına sebebiyet verir.

Midede asit salgılanmasını arttırarak mide ve onikiparmak barsağı ülserlerinin gelişmesine yol açabilir. Akut gastritlere (had mide rahatsızlıklarına) alkol alanlarda sık sık rastlanmaktadır.

Uzun seneler devamlı alkol alanlarda müzmin pankreas iltihapları ortaya çıkar ve sık sık bu hastalığın tekrarlaması sonucu tam bir pankreas yetmezliği gelişir. Tam pankreas yetmezliği ise alınan gıdaların sindirimini ve barsaklardan emilimini bozar. Vücutta vitamin ve yumurta akı maddeleri yetersizlikleri başgösterir. Şeker hastalığının ortaya çıkışını kolaylaştırır.

Alkoliklerde verem nisbeti genel topluma nazaran daha yüksektir. Ayrıca böbreklerde de toksik etki yapıp nefrite yol açabilmektedir. Çok mühim bir tesiri de çevre sinirlerine olan toksik tesiri ve bunun sonucu polinevrit denilen sinir iltihaplarına sebeb olmasıdır.

Alkol, kalb hastalarına da zehirli etki eder, kalp kasları önce hacim genişlemesine uğrar ve sonra kalp yetmezliği meydana gelir. Koronerler (kalbi besleyen damarlar) de spazma ve göğüs ağrılarına sebeb olur. Alkol genel olarak damar sertliğini hızlandıran faktörlerdendir. Alkoliklerde ruhi bozukluklara da rastlanır. Kronik alkolizmde zeka geriler. Öğrenme kapasitesi zayıflar ve hafıza kusurları ortaya çıkar.

Alkoliklerde ahlak duygusu da çok zayıflamıştır. Zalim ve bencil olurken ailesine karşı vazifesini tamamiyle unutmuştur. Mes'uliyet duygusu kaybolmuştur.

Tedavisi: Ani alkol hastalığı, yani aşırı sarhoşluk halinde şok durumu ortaya çıkmazsa bir tedavi gerekmez. Şok ortaya çıkarsa hemen hastane bakımı gerekir. Müzmin alkol hastalığında ise tehlike çok ciddidir ve çeşitli usüllerle tedaviye çalışılır:

a. Antabuse adlı ilaç, alkollü içkiyi kullanma halinde son derece te'sirli etkiler meydana getirir. Bu şekilde alkolün kendisine yaramadığına inanan kişi alkolden soğur. İlacın tesirli olması için düzenli olarak her gün alınması gereklidir. Antabuse tedavisinin mutlaka uygun bir klinikte ve yetkili doktor kontrolünde yapılması (en azından başlatılması) hayati ehemmiyeti haiz bir husus olduğu unutulmamalıdır. (Bkz. Antabuse)

b. Alkolün pençesinden kurtulanların pek çok ülkede kurduğu alkoliklere yardım “Alcholics Anonymus” teşkilatı hem alkolden kurtulmada hem de alkole dönmeme savaşında kişilere yardım etmektedir.

c. Piskoterapi (ruhsal tedavi)nin de tedaviye yardımcı olduğu sanılmaktadır.

Alkolizm ve bira: Gençleri alkolizme iten yolun önemli bir başlangıç noktası, serbest bira satışı ve reklamlarıdır. Ülkemizde henüz lise çağında binlerce genç, birayı alkollü içki saymayan bir yasal uygulama ortamında okul çevrelerine yakın birahaneleri doldurmaktadır. Alkoliklerin tedavisinde de alkoliği aldatan ve tedaviyi aksatan biradır. Dejenere ailelerde, ailenin bütün fertlerinin bir arada “su gibi” bira içmeyi normal görmeleri, olayın bir başka korkunç yüzüdür.

“Alkolsüz bira” olarak vasıflandırılan bira ise sadece “alkol nisbeti düşürülmüş bira” olup, çok alkollü biraya ve diğer içkilere geçiş devresi için sinsi ve ticari bir tuzaktır.

Alkol testi: Alkol aldığından şüphelenilen kişinin kanındaki alkol miktarını tespit etmek maksadıyla polisler tarafından tatbik edilen bir testtir. Teste tabi tutulan kişinin üfleyerek verdiği nefes, test cihazının içindeki potasyum bikromat ve sülfürik asit çözeltisinden geçirilir. Nefesteki alkol miktarıyla orantılı olarak çözeltinin görünüşünde değişiklik meydana gelir. Kandaki alkol oranı 100 mililitrede 80 miligramın üstüne çıktığı zaman trafiğe çıkmak tehlikeli olur.

Peygamber efendimiz içki ile ilgili olarak buyuruyor ki:

Şerab içmek büyük günahların en büyüğüdür. Bütün kötülüklerin anasıdır, başıdır.

Şerab içenle arkadaşlık etmeyiniz! Cenazesine gitmeyiniz! Buna kız vermeyiniz ve onun kızıyla evlenmeyiniz! Muhakkak biliniz ki, şerab içen kıyamet günü, mezardan yüzü kara, gözleri mavi olarak kalkar. Dili sarkmış, pis kokulu olur. Herkes, bunun pis kokusundan kaçar.

Şerabda deva, ilaç hassası yoktur. Hastalık yapar.

26 Ocak 2020 Pazar

AFOROZ



Çeşme, Damlama, Aforoz


Alm. Exkommunikation (f.), Fr. Excommunication (f.), İng. Excommunication. Hıristiyanlık ve Yahudilikte dine karşı suç işleyen kimselere yetkili dini şahsiyetler veya meclisler tarafından verilen, dinden ve topluluklarından atma cezası.

Topluluktan çıkarma cezasına bütün eski dünya kavimlerinde rastlanmaktadır. Yahudiliğin ilk dönemlerinde ahdi bozan ve ahd kanunlarını çiğneyenler, Allah’ın lanetiyle cezalandırılmışlardı. Topluluktan ve sosyal bütün haklardan mahrum etme cezası olan “aforoz” ise, Ezra zamanında bağımsız bir müessese haline gelmiştir. İlk defa hahamlar tarafından uygulanan sinagogdan uzaklaştırma muamelesiyle bu ceza kesin şeklini almıştır. Söz konusu ceza, Talmudcular Amoraim zamanında (M.Ö. 200-500) üç şekilde ortaya çıkmıştır. Bunlar; fazla önemli olmayan yasakların çiğnenmesi sebebiyle verilen kınama cezası demek olan “Nezifa”, cemaatle münasebeti yasaklayan, yas tutmaya mecbur eden “Niddui (küçük aforoz)” ve kişinin suç işlemekte ısrar etmesi durumunda uygulanan ve toplumdan atılmayı gerektiren “Herem (büyük aforoz)” denilen cezadır. Miladdan sonra 70 yılından itibaren süresiz olarak cemaatten çıkarılma cezasının uygulandığı bilinmektedir. Ünlü filozof Spinoza, Yahudi kutsal kitaplarının orijinalliği hususunda şüphelerini dile getiren eserler yazdığı için aforoz edilmişti.

Aforoz cezası hıristiyanlığa da Yahudilikten geçmiş olduğu halde, hıristiyanlar bu cezanın kaynağının hazret-i İsa’nın günahkar birisi hakkındaki sözlerine dayandırırlar. Hıristiyanlıkta önceleri beddua şeklinde uygulanan aforoz cezası önemini kaybetmiş, zamanla topluluktan çıkarma şeklinde tatbik edilmiştir. Dördüncü yüzyılın sonlarından itibaren topluluktan tamamıyla çıkarma şeklinde değil, ıslah gayesiyle ve tövbe etmesi halinde suçluyu yeniden cemaate alma tarzında uygulanmıştır.

Aforoz bilhassa ortaçağda papaların elinde bir silah olarak kullanıldı. Çünkü bu çağ, hıristiyanlığın en korkunç ve en karanlık devridir. Bu devirde hazret-i İsa’nın telkin ettiği insanlık, merhamet, şefkat, iyilik ve güzellik esasları tamamen unutuldu. Bunun yerini taassup, kin, nefret ve düşmanlık aldı. Papalar makamlarını kuvvetlendirmek ve servetlerini arttırmak için akıl almaz yollara başvurdular. İlmin ve fennin karşısına dikildiler. Galile, Kopernik, Newton dünyanın döndüğünü, İslam alimlerinin yazdıkları kitaplardan öğrenip söylediler. Bu sözleri suç sayıldı ve Galile, papalar tarafından aforoz edildi. Vatanı için mücadele eden Jandark’ı sihirbazlıkla itham ederek diri diri yaktılar. Engizisyon mahkemeleri kurarak binlerce insanı aforoz ettikten sonra işkenceyle öldürdüler. 1077 yılında aforoz edilen Alman İmparatoru IV. Herny (Heinrich) affedilmek için Canossa’ya gelerek Papa Yedinci Gregory’nin kapısında günlerce yalın ayak karlar üzerinde bekledi.

On ikinci yüzyılda küçük aforoz (excommunicatio minor) ve büyük aforoz (excommunicatio mojor) ayırımı yapılmış; birincisi, suçluyu sadece dini merasimlere katılmaktan alıkoyduğu halde, ikincisi toplulukla ilgili bütün sosyal haklardan mahrum etmiştir.

Aforoz cezasını ancak papalar, yahut piskoposlar veya ruhani meclisler verebilirdi. Son kilise kanununda aforozu gerektiren suçlardan bazıları şu şekilde tesbit edilmiştir: Hıristiyanlıktan dönmek, başka bir mezhebe girmek, papaya saldırıda bulunmak, kutsal kabul edilen eşyayı korumayıp uygun olmayan yerlere atmak yahut bulunması gereken yerden başka bir yere nakletmek veya gizlemek, günah çıkaran kimsenin doğrudan doğruya dini nitelikteki sırrı ifşa etmesi, çocuk düşürme suçuna yardımcı olmak.

Ortodoks ve Ermeni kiliselerinde de aforoz cezası vardır. Protestanlıkta ve katoliklerdeki kadar ağır olmasa da, dini bir disiplin vasıtası olarak Kalvinci kiliselerde mevcuttur.

Hıristiyanlıkta aforoz, büyük ve küçük olmak üzere iki türlüdür:

Büyük aforoz: Bu cezaya uğrayanlar, cemaatten hiç kimseyle temas kuramaz, ayinlere katılamaz ve hıristiyan mezarlığına gömülemez.

Küçük aforoz : Yalnız kendi aile fertleriyle temas kurabilir ve bazı ayinlere katılabilir.

İslam cemiyetinde ruhban veya din adamları sınıfı bulunmadığı gibi, aforoz uygulaması da yoktur. İslamiyet’te günahkarların günahlarını ancak Allahü teala affeder. Herhangi bir suç işleyen kimse de mahkemelerde cezalandırılır. İslam hukukunda Müslümanı dini vazife ve ibadetlerden mahrum bırakma veya toplumdan uzaklaştırma gibi bir ceza bulunmamaktadır.

AĞLAMA DUVARI



Alm. Klagemauer, Fr. Mur des lamentations, İng. Wailing Wall. Yahudilerin, Süleyman aleyhisselamın Kudüs’te yaptırdığı Beyt-ül-Makdis (Mescid-i Aksa)ten kaldığına inandıkları ve kutsal kabul ettikleri duvar. Yahudilerin ha-Kotel ha-Ma’aravi (batı duvar) dedikleri bu duvar zamanla Hıristiyanlığın tesiriyle “Ağlama Duvarı” olarak adlandırılmıştır. Yaklaşık 485 m uzunluğunda olan Ağlama Duvarı, toprak seviyesinin üstünde yirmi dört büyük taş sırası ile yer altında kalan on dokuz taş sırasından meydana gelir. Yüksekliği toprak seviyesinden itibaren 18 m olup 6 metresi mabed alanının seviyesini aşmaktadır. Taşlardan bazılarının uzunluğu 12 m, yüksekliği 1 m, ağırlığı ise 100 tondan fazladır. 1967 Arap-İsrail (Altı Gün) Savaşına kadar sadece 30 metrelik kısmı ibadet için kullanılmaktaydı. Bugünkü haliyle duvarın en üstünde bulunan on bir sıra, İslami dönemden kalmadır. Geri kalan kısım ise hazret-i Süleyman zamanından kalma olmayıp Herod (Hirodes) dönemi mimari özelliklerini taşımaktadır.

On iki kabileye ayrılmış olan İsrailoğulları Süleyman aleyhisselamın vefatından sonra iki devlete ayrıldılar. On kabile İsrail devletini, diğer iki kabile ise Yahuda devletini kurdular. Azgınlaşarak hak yoldan ayrıldılar ve taşkınlık ettiler. Gadab-ı İlahiye uğradılar. İsrail devleti M.Ö. 721’de Asuriler, Yahuda Devleti de M.Ö. 586’da Babilliler tarafından yıkıldı. Asuriler, Babil Devletini işgal etti. M.Ö. 587’de Asuri Hükümdarı Buhtunnasar Kudüs’ü yakıp, yıktı. Yahudilerin çoğunu öldürdü, kalanlarını da Babil’e sürdü. İran hükümdarı Şireveyh, Asurileri yenince Yahudilerin tekrar Kudüs’e dönmelerine izin verdi.Yahudiler M.Ö. 520 senesinden sonra Mescid-i Aksa’yı yeniden imar ettiler. Önce Perslerin, sonra da Makedonyalıların idaresi altında yaşadılar. M.Ö. 63 senesinde Kudüs, Romalı kumandanı Pompey tarafından işgal edildi. Pompey de yahudileri dağıttı, şehri ve Mescid-i Aksa’yı yaktı, yıktı. Böylece Yahudiler, Roma Devleti hakimiyetine girdiler. M.Ö. 20 senesinde Romalıların Filistin’deki Yahudi Valisi Herod, Mescid-i Aksa’yı eski ölçüleri daha da genişleterek yeniden yaptırdı. Yahudiler daha sonra Roma hakimiyetine isyan ettiler. M.Ö. 70 yılında Romalı kumandan Titüs, Kudüs’ü tamamen yaktı, yıktı. Şehri viraneye çevirdi. Beyt-i Mukaddes (Mescid-i Aksa) de yandı. Sadece batı duvarı kaldı. Sonra Titüs’ün yaptırdığı ve 120 yılındaki tamiratta bu duvarın aynen kaldığı kabul edilir. Kudüs’ün doğu kesiminde Kubbetü’s-Sahra Camiinin de bulunduğu Harem-i şerifin batı tarafında Tyropean Vadisinin kayalık tabanı üzerinde yer alan Ağlama Duvarı, M.S. 1. yüzyıldan itibaren Yahudiler tarafından Mukaddes kabul edilmeye başlandı. Yahudilerin önünde ibadet ettikleri bu duvar, Kudüs’ün ve Beyt-i mukaddesin yakılıp yıkılışını; esir olarak Romalılar tarafından başka ülkelere sürülüşlerini anmak; hatıralarını tazeleyip, kinlerini bilemek; mabede yeniden kavuşup Yahudi hakimiyetini kurmak hayali içinde dua ve gözyaşı ile yaslarını sürdürmelerini sağlamıştır. Bu duvar yüzyıllarca Yahudilerdeki milli ve dini şuuru ayakta tutmuştur. Yahudilerin inanışına göre, “Bu duvar yıkılmayacak ve Rab, mabedin batı duvarını asla terk etmeyecektir.”

İlk zamanlarda duvarın yanında herhangi bir ibadet yeri yapılmamış, hatta Yahudilerin Kudüs’e girmeleri bile yasaklanmıştı. Fakat Ağlama Duvarı muhafaza edilmiş ve Mescid-i Aksa tamir edilmişti. Kudüs İslam hakimiyetine girdikten sonra, Yahudiler serbestçe Kudüs’e girebilmişler ve ibadet edebilmişlerdir. Ağlama Duvarı önüne gelerek dua etmişlerdir.

Osmanlıların Kudüs’ü fethetmelerinden ve İspanya'dan kovulan Yahudilerin Kudüs’e göçme veya burayı ziyaret etme imkanının doğmasından sonra Ağlama Duvarı Yahudiler için devamlı bir dua yeri haline gelmiştir. Osmanlılar yahudileri himaye ettikleri gibi Mescid-i Aksa’yı ve Ağlama Duvarını tamir ettirip, yıkılmaktan korumuşlardır. Bölgede Yahudi nüfusunun artmasından sonra Yahudiler Ağlama Duvarı önüne, sıralar, masalar koymak ve o bölgedeki evleri yıkmak istediyseler de Müslümanlar buna mani oldular. 1929 senesinde Ağlama Duvarı sebebiyle Müslümanlarla Yahudiler arasında olaylar çıktı. Birleşmiş Milletler Cemiyeti tarafından kurulan bir heyet, duvarın Müslümanların mülkiyetinde olduğuna ve Yahudilerin orada dua edebileceklerine karar verdi.

1948 senesinde Kudüs’ün doğu kesiminin Ürdün’ün eline geçmesi üzerine Yahudilerin bu duvarı ziyaret etmeleri yasaklandı. 1967 Arap-İsrail Savaşında Kudüs’ün doğu yakasının İsrail tarafından işgal edilmesi üzerine bu hadiseyi asker sivil bütün yahudiler duvarın önünde büyük bir coşkuyla kutladılar. 2000 yıllık İsrail rüyasının gerçekleştiğini ilan ettiler. Daha sonra ise duvarın bulunduğu bölgedeki mahalle yıkılarak geniş bir alan açıldı. Ağlama Duvarını Süleyman aleyhisselamın yaptırdığı mabedden bir kalıntı olarak kabul ettikleri kutsal bir mekan sayan Yahudiler, mabedin yıkılış yıl dönümü olmak üzere çeşitli vesilelerle dua ederler. Yahudilerin en büyük hedefi, bu mabedin eski ölçülerine göre yeniden yapılmasıdır. Beyt-i Mukaddesin eski ölçülerle yeniden yapılabilmesi için bugünkü Kubbetü’s- Sahranın ve Mescid-i Aksa’nın yıkılması gerekmektedir
.

ADRENALİN


Alm. Adrenalin (n), Fr. Adrénaline (f), İng. Adrenalin. Böbreküstü salgı bezlerinin iç kısmından salgılanan mühim bir hormon. Buradan salgılanan diğer mühim bir hormon da “noradrenalin”dir. Adrenalin 1894; nodrenalin ise 1949’da keşfedilmiştir. Her iki hormon “katekolamin” denen maddeler sınıfından olup, bunlardan adrenalin, laboratuvarlarda sentez yoluyla elde edilen ilk hormondur. Bugün için laboratuvarlarda adrenaline; gerek yapı bakımından, gerekse te’sir bakımından benzeyen başka maddeler de sentez edilmiş ve tıbbi tedavi alanında ilaç olarak kullanılmıştır. Bunlardan bazıları; Metaraminol, efedrin, fenilefrin v.b.’dir.

Bu hormonlar (adrenalin ve noradrenalin) tesiriyle kalb atım sayısı, dolayısıyla nabız sayısı, atardamar kan basıncı, solunum hızı ve derinliği, metabolizma, kaslara giden kan mikdarı, kasların kasılma gücü ve kasların yorgunluk süreleri hep artar.

Yine bu hormonların te’siriyle vücudun tehlikelere karşı adaptasyonu ve başarısı yükselir.

İnsan ve çeşitli memeli hayvanlarda böbreküstü bezinden salgılanan bu iki hormonun oranları değişiktir. Çok asabileşme sırasında daha çok noradrenalinin salgılandığı, yapılan tedkiklerden anlaşılmaktadır. Kedide ve aslanda eşit oranlarda salgılandığı halde, sığır, tavşan ve kobaylarda % 85 adrenalin salgılanır. İnsanda bu oran % 90’dır. Ancak bu mukayesede düşündürücü olan bir misal var ki o da, hiç düşmanı yok veya kızmaz gibi bilinen balinada % 100 noradrenalin salgılanmasıdır.

Tıpta adrenalinin tedavi gayesiyle çok kullanıldığı hususlar şunlardır: Bazı sebeplere bağlı olarak durmuş olan kalbe, göğüs duvarı üzerinden uzun bir iğneyle kalb karıncığı boşluğuna doğrudan doğruya girilerek adrenalin zerkedildiğinde kalb yeniden çalışabilir.

Bronşiyal astımda özellikle nöbetler sırasında (ancak bir hekim tarafından ve onun kontrolünde) kullanılırsa bronş spazmının, bronş cidarındaki aşırı kanlanmanın ve şişliğin giderilmesine sebeb olur.

Ameliyatlarda çalışılan bölgelerdeki damarların üzerine damlatılırsa, damarların büzülmesine ve kan kaybının azalmasına sebeb olur. Bölgesel anestezik maddelere belli oranlarda katılarak, müdahale edilen satıhta, (anestezi) uyuşmanın daha uzun süre devam etmesini sağlar.

AD KAVMİ


Hud aleyhisselamın peygamber olarak gönderildiği ve isyanları yüzünden rüzgarla helak edilen kavim. Bu kavim, Nuh aleyhisselamın oğullarından Sam'ın torunlarından Ad'ın neslidir. Yaşadıkları yer Ahkaf diyarı olup, Yemen'de Aden ile Umman arasındadır. Bu bölgeye Şihr de denilmiştir.

Nuh aleyhisselam zamanındaki tufandan sonra gemide bulunup kurtulanlar değişik bölgelerde yerleşip çoğaldılar. Ad kavmi de kendi arasında yirmi üç kabileden meydana gelen büyük bir Arap kavmi idi. Ad kavminin insanları, iri cüsseli, uzun boylu, kuvvetli, tuttuğunu koparan uzun ömürlü kimselerdi. Yaşadıkları bölgenin toprağı çok verimli, yağmuru boldu. Her taraf yemyeşil, bağlar, bahçeler, pınarlar, akarsular ile kaplı olan yerler "İrem Bağları" diye tanınmıştı.

Bu kavim büyük kayaları yontarak direk ve bu direkler üzerine çok gösterişli binalar yaptılar. Yaşadıkları bölgede her taraf akıl almaz süslere, göz kamaştıran güzelliklere sahipti.

Nuh aleyhisselam zamanındaki tufandan sekiz asır gibi bir zaman aradan geçmesi sebebiyle tufanı görüp, ibret alanlar ve bunları nesillere anlatanlar çoktan vefat etmişlerdi. Ad kavmi insanları sıhhatlerine, kuvvetlerine, zenginliklerine ve servetlerine bakarak her geçen gün kibirleniyor, büyükleniyor, taşkınlıklarını artırıyordu. Onların bu halleri Kur'an-ı kerimde mealen şöyle bildirilmektedir: "Yer yüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve bizden daha kuvvetli kim var (olabilir) ki dediler." (Fussilet suresi: 15)

Gün geçtikçe azan Ad kavmi, nihayet Samed, Samud, Sada ve Heba adlı putlara tapmaya başladılar. Bağ, bahçe, tarla, hayvan, mahsul ve nesillerinde şaşılacak bir bereket vardı. Dünya nimetleri bakımından ulaşılması arzu edilen her şeye kavuşmuş olmaları, tamamen azmalarına sebep oldu. Zulüm ve işkenceye başladılar. Etraflarındaki kabilelere, zayıf ve kimsesizlere ağır zulümler yapıyorlardı. Zavallı kimseleri yüksek binalardan atmaktan zevk alıyorlardı.

Ad kavmi, bu azgın haldeyken, Allahü teala onlara ebedi seadet yolunu göstermek için Hud aleyhisselamı peygamber olarak gönderdi. Elli seneden fazla bir zaman bu kavmi imana çağırdı. Bu azgın kavmi Hud aleyhisselam devamlı Müslüman olmaya davet ettiği halde iman etmeye yanaşmadılar. İman edenler de korkularından imanlarını açıklayamadılar. Bunun üzerine kendilerine ağır azab geleceğini ve helak edileceklerini söyledi. Yine inanmayıp alay ettiler.

Nihayet gelecek olan azabın işaretleri görülmeye başladı. Üç sene yağmur yağmadı. Pınarlar kuruyup ağaçlar sararıp soldu. Meşhur İrem Bağları yok oldu. Hayvanlar susuzluktan telef oldu. İnsanlar da bir yudum suya, bir lokma ekmeğe muhtaç duruma düştüler. Devamlı bunaltıcı ve kuru bir rüzgar esiyordu. Tozdan göz gözü görmüyordu. Hud aleyhisselam ise onları durmadan iman etmeye davet ediyordu. Fakat inatlarından vaz geçmiyorlardı. Kadınları da kısırlaşıp hiç çocuk doğmaz oldu. Şiddetli kuraklık dört sene devam etti. Bundan sonra kendilerini helak eden azab geldi. Bir gün yurtları üzerinde her tarafı kaplayan siyah bir bulut göründü. Yağmur geliyor zannettiler. Hud aleyhisselam durumu bildirip tekrar imana davet etti ise de kabul etmediler. Buluttan şiddetli bir rüzgar esmeye başladı. Korkunç bir uğultusu ve dayanılmaz bir soğuğu vardı. Rüzgar estikçe şiddetlendi. İnsanları tutundukları taş ve ağaçlarla birlikte göklere fırlatıyor, sonra da bırakıveriyordu. Havada adeta saman çöpleri gibi savruluyorlardı. Azgın Ad kavminin insanları param parça oldu. Yerleri yurtları yıkılıp harabe halini aldı. Sonra da fırtına onların ölülerini süpürüp denize attı. Bu rüzgar, Kur'an-ı kerimde rih-i akim, sarsar, azab-ı elim ve atiye olarak bildirilmektedir. Kur'an-ı kerimde mealen; "Hud (aleyhisselam) ve dinde ona tabi olanları rahmetimizle kurtardık. Bizim ayetlerimizi tekzib edip (yalanlayıp) mü'min olmayanların ise silsile ve köklerini kestik." buyruldu (A'raf suresi: 72). Hud aleyhisselam, iman edenlerle birlikte Mekke'ye gitti. Bunlara "Ad-ı uhra" (ikinci Ad) denilmiştir.

16 Ocak 2020 Perşembe

AZİZİYE MÜDAFAASI





Doksanüç Harbi diye tarihe geçen 1877-1878 Osmanlı-Rus Muharebesinde, Erzurum’daki Aziziye Tabyasında Ruslara karşı gerçekleştirilen müdafaa. 24 Nisan 1877’de Ruslar, Osmanlı Devletine savaş ilan etmişler, batıda Tuna boyundan ve doğuda Kars cihetinden saldırıya geçmişlerdi. Doğu cephesinde ordumuzun başkumandanlığını Gazi Ahmed Muhtar Paşa yapıyordu. Kabiliyetli ve cesur bir asker olan Ahmed Muhtar Paşa, Kars’ı alan Rus ordusu karşısında askerini muhafaza ederek programlı bir şekilde Erzurum’a çekilmişti. Bu çekilme sırasında yaptığı Halyaz, Zivin, Gedikler ve Yahniler meydan savaşlarında zafer kazanmış, hatta Sultan İkinci Abdülhamid Han tarafından taltif görerek “Gazi” ünvanını almıştı. Askerimiz kuvvet ve teçhizat yönüyle üstün Rus ordusu karşısında, silah ve yiyecek bakımından iyi şartlarda olmaması sebebiyle Erzurum’a kadar çekilmeye mecbur kalmıştı.

Erzurum’a yaklaşan Rus ordusu kumandanı, Ahmed Muhtar Paşaya elçi göndererek teslim olmasını istedi. Paşa, komutanları ile yaptığı istişareden sonra “Kesinlikle hayır.” cevabını verdi. Teslim teklifi şehirde duyulmuş, halk galeyana gelmişti. Çocuğundan ihtiyarına, kadınından hastasına kadar halkın, kanlarının son damlasına kadar Moskof kafirlerine karşı savaşıp vatan ve namuslarını şehid oluncaya kadar müdafaa edeceklerine karar aldıklarını Gazi Ahmed Muhtar Paşaya bildirmişlerdi. Göz yaşlarını tutamayan kumandan, heyet başkanının alnından öptükten sonra, Sultan İkinci Abdülhamid Hanın gönderdiği telgrafı gösterdi. Padişah, telgrafında; “Şu anda bulunduğunuz yer, Asya’nın en mühim noktası ve düşmanın göz diktiği yerdir. Bu sebeple Erzurum’u büyük bir tehlike beklemektedir. Allahü teala muhafaza eylesin, epeydir ordumuzda görülen dağılma ve çöküntüler bu sefer de meydana gelir, Erzurum’a bir zarar olur, istilaya düçar olursa, böyle elemli bir olayın devletimizin maddi ve manevi varlığında açacağı yarayı size anlatmaya lüzum yoktur. Şu halde, asıl iş görecek ve devletin üzerindeki nimet hakkını gözetip, milletimizin sizden beklediği şerefi isbat edecek gün bugündür. Namus ve şerefimizi muhafaza edemezsek bu, kıyamete kadar tarihimizden silinmeyecek ve askerlik şerefimize sürülmüş acıklı bir leke olacaktır...” diyordu.

Bu telgraf halka duyuruldu. Herkes balta, satır, kılıç, süngü, tüfek, tabanca ne bulduysa tedbirini alıp büyük bir heyecan içinde Rusların Erzurum’a yaklaşmasını bekliyordu. Bu arada halkın içinde gizliden gizliye faaliyet gösteren Osmanlıyı içten vurmaya çalışan Ermeni ve Yahudiler, menfi propaganda yaparak halkın savaş azmini kırmaya çalıştılar. Teslim olunduğunda can ve mal emniyetinin olacağını, aksi halde herkesin kılıçtan geçirileceğini söyleyerek Rusların vaadlerini tekrar ediyorlardı. Fakat, buna aldıran olmadı. Ne pahasına olursa olsun savaşacaklardı!..

Gazi Ahmed Muhtar Paşa da, savunma tedbirlerini almış, tabyalara güvendiği komutanları vazifelendirmişti.

Anadolu içlerine doğru yürümelerine Erzurum’u tek engel olarak gören Rusların başlıca gayesi şehri ele geçirmekti. Ayrıca yerli Ermeni ve Yahudilerden de faydalanıyorlardı. Hacibey adlı bir hainin kumandasında, 8 Kasımı 9 Kasıma bağlayan gece, saat ikide harekete geçen düşman, Aziziye Tabyasına baskın düzenledi.

Baskın için, Müdürge ve Tasmahur köylerinin Ermenilerini ve Vank kilisesi papazlarını kullandılar. Müslüman kılığına giren ve Osmanlıcayı çok iyi bilen bu hainlerin yardımıyla Vank Deresindeki nöbetçileri şehid ettiler. Büyük bir sessizlik içinde Aziziye Tabyasına girerek ikinci ve üçüncü kesimlerinde uyuyan yüzlerce askerimizi şehid ettiler. Tabyanın birinci kesimi biraz kenarda kalıyordu ve komutanları kaymakam (Yarbay) Bahri Bey uyanıktı. İkinci ve üçüncü kesimlerdeki gürültüyü işitmiş, baskına uğradıklarını anlamıştı. Derhal silah başı ederek şiddetli bir müdafaaya başladı. Türk askerini toplu katliamdan kurtaran kaymakam Bahri Bey, yaralanmasına rağmen bunu askerden gizleyerek müdafaaya devam etti.

Gece yarısı top ve tüfek seslerini duyan Erzurumlular, müezzinin; “Ey Erzurumlular! Ey ahali!.. Moskof kafirleri Aziziye’yi bastı. Allah’ını seven, eli silah tutan herkes, askerimizin yardımına koşsun!... Vatanını seven yetişsin!..” nidası üzerine gece karanlığında sokaklara döküldüler. Bunlar arasında Nene Hatun da vardı.

Askerini silah başı eden Gazi Ahmed Muhtar Paşa, Aziziye istihkamından telgrafla haber almaya çalışıyor, fakat; “Harb oluyor!..” cevabından başka birşey öğrenemiyordu. Paşa, üç tabur alarak Topdağı’na çıktı. Oranın kumandanı Müşir Hasan Tahsin Paşa ile birleşti. Ortalık iyice aydınlandıktan sonra Aziziye istihkamlarından birinde şiddetli çarpışmaların olduğunu, diğer iki tabyada ses seda çıkmadığını gördü. Ahmed Muhtar Paşa, Kaptan Mehmed Paşa kumandasındaki iki tabur askeri Aziziye’ye gönderdi. Kaptan Mehmed Paşa, askerleriyle Aziziye istihkamının ortasındaki kışlaya doğru yaklaşınca, Ruslar tarafından ele geçirilmiş olan kışlanın mazgallarından şiddetli bir tüfek ateşine tutuldu. Bunun üzerine Kaptan Mehmed Paşa, kışlayı kuşattı. Üçüncü kısımda çarpışma hala devam ediyordu. Artık Erzurum halkı da yetişmişti. Hücum ederek istihkamın içine girdiler. Düşmanla muharebe göğüs göğüse cereyan ediyordu.

Bu arada, tabyanın birinci kısmından hala çarpışmaya devam eden Bahri Beyden, Ahmed Muhtar Paşaya; “Gece, baskın anında yaralandığını, askere belli etmeden çarpışmaya devam ettiğini, acele yardıma gelinmesini” bildiren bir haber geldi. Yardıma gönderilen Kaptan Mehmed Paşa ve halk, Bahri Beyin bulunduğu kısma geçti. İki ateş arasında kaldığını gören düşman bozguna uğrayarak kaçmaya başladı. Halk ve asker takibe başladılarsa da Rusların ateşi karşısında durakladılar. Hadiseyi dikkatle takib eden Topdağı’ndaki istihkamlarımız Ruslara karşı ateşe başladılar. Bu durum karşısında başarı elde edemiyeceklerini anlayan Ruslar geri çekildiler.

O gün Aziziye kurtarılmış, asker ve halktan 1000 civarında şehid verilmiş, 2300 civarında Rus öldürülmüştü.

8 Ocak 2020 Çarşamba

ADAPTASYON



Alm. Anpassung (f), Fr. Adaptation, İng. Adaptation. Canlıların bulundukları muhite intibak etmeleri, uyum sağlamaları. Çeşitli asırlarda yaşamış biyologlar, bilgi, tecrübe ve inançlarına göre adaptasyonu değişik şekilde yorumladılar. Canlıların basitten mükemmele doğru değiştiğini ilk yazan, Fransız doktoru Lamarc’tır. Lamarc 1809’da neşrettiği Filozofi Zoolojik ismindeki kitabında; “Canlıların bir asıldan türeyebileceğini” yazdı. Fakat aynı asırdaki biyologlar, Lamarc’ın verdiği misallerin, hayvanların birbirine dönmesini değil, “adaptasyon”u gösterdiğini söylediler.

Paleontoloji mütehassısları, her çeşit canlının kendi çeşidi içinde değişebildiğini, bir canlının başka çeşit canlıya dönmediğini kabul etmektedir.

Askerlerin, bulunduğu araziye göre kendilerini uydurmaları, kamuflaj yapmaları, bir çok hayvanın bulunduğu çevreye ve mevsime göre rengini uydurması birer adaptasyondur. Bukalemunun bulunduğu yere rengini uydurması, çöllerde yaşayan hayvanların tüylerinin renginin çölde görünmeyecek şekilde olması hep adaptasyona misaldir. Kara kurbağa, üzerinde yaşadığı topraktan çok zor ayırt edilir. Göl kurbağası, üzerinde gezindiği yeşil yerler kadar yeşildir. Kutup ayısı ve kutup baykuşu, kar gibi beyazdır. Tropik balıklar, içinde saklandıkları parlak mercan kayalıkları gibi pırıl pırıldır. Kakum, kar tavuğu, kar tavşanının tüyleri kışın beyaz, yazın kahverengindedir. Bunlar gibi misalleri çoğaltmak mümkündür.